Psikanalitik Yaklaşım ve Depresyon
Psikanalitik kuramlarda depresif bozuklukların sevilen birinin, bir sevgi nesnesinin kaybı sonucu geliştiğinden söz edilmektedir.
Sigmund Freud, kendi kuramsal çerçevesini oluşturduğu ilk zamanlarında depresyonun, bedensel bir kuramını geliştirmek üzere çalışmalar yapmıştır. Freud, 1890 yıllarında yazdığı metinlerinde depresyonu çok az ele almıştır. Depresyonun yetersiz cinsel uyarılma sonucu bir tepki olarak ortaya çıktığını ileri sürmüştür. Psikanalitik literatürde depresyon üzerine ve işleyişine yönelik ilk katkılar Karl Abraham tarafından geliştirilmiştir. Abraham italyan ressam Giovanni Segantini'nin biyografisi ve resimleri üzerine çalışmalar yapmıştır ve yaptığı çalışmalar iyi-kötü anne tasvirleri üzerinedir. Anne- çocuk ilişkisinde anneye karşı duyulan düşmanca duyguların kişinin kendine yönelmesi ve suçluluk duygusu kavramlarını açıklamıştır. Abraham'ın 1912 yılında yayınlamış olduğu “Notes on the psycho-analytical investigation and treatment of manic-depressive insanity and allied conditions” makalesi depresyon üzerine yazılan ilk kuramsal psikanalitik metin olarak kabul edilmektedir. Abraham, altı hastasını psikanalitik tedavisinden sonra depresyona yönelik kendi kavramsal çerçevesini oluşturmuştur. 1927 yılındaki uazısında ise depresyonun formülünü “I cannot love people; I have to hate them” (Ben insanları sevemiyorum; onlardan nefret etmek zorundayım) şeklinde açıklamıştır. Abraham'a göre depresyondaki temel mekanizmanın yansıtma olduğunu ileri sürmüştür. Depresyon, hastaların sevme kapasitelerini felç eden nefret duygusundan kaynaklanmaktadır. Nefretin bastırılması sonucu suçluluk duygusu oluşmaktadır.
Melankoli hakkında klasik psikanaliz metinlerinde göze çarpan yaklaşımın narsisizmle kurulan ilişki olduğu görülmektedir. Melankoliyi, klasik psikanaliz yönelimli araştırmacılar narsisistik yaralanmalar karşısında gösterdikleri tepki olarak açıklamaktadırlar.
1895 yılında Freud, Fliess'e bir mektup yazmıştır ve mektupta depresyon durumlarını da dahil ettiği melankoliyi salt nörolojik açıdan tanımlamaya yönelik girişimde bulunmuştur. 1897 tarihli bir metinde Öidipus karmaşasını ilk kez haber vermiştir. Bu metinde yas ve melankolinin farklı kavramlar olduğunu da belirtmiş ve daha sonra yazacağı eserin taslağını da oluşturmuştur ve şu satırları yazmıştır: “Anne babaya yönelik düşmanca itkiler (ölmelerini istemek) aynı zamanda nevrozların ayrılmaz bir parçasıdır. Bilinçli olarak takıntılı düşünceler şeklinde ortaya çıkarlar. Anne ve babaya yönelik sevecenliğin etkin olduğu dönemlerde-hastalıkları ya da ölümleri döneminde- bu nefret bastırılır. Böyle dönemlerde ölümleri yüzünden kendilerini suçlamak (melankoli olarak bilinen şey) ya da (cezalandırma düşüncesi aracılığıyla) histerik bir biçimde kendilerini onlarınkiyle aynı biçimde cezalandırılmak bir yas dışavurumudur. Görebileceğimiz gibi burada meydana gelen özdeşleşme bir düşünce biçiminden öte bir şey değildir ve bizi güdüyü arama gerekliliğinden kurtarmaz”. Freud bu yazısında melankoli ve yas arasındaki farkları basit ve yüzeysel bir şekilde dile getirmiştir. Bir taraftan da Freud yazdığı bu metinde de vicdan ve özdeşleşmenin rolüne değinmektedir. Melankoliye dair ilk görüşlerini oluşturduğu makaleyi 1915 yılında yazmıştır ve Freud bu makalede, melankoliyle libidinal gelişimin oral evresi arasında bir ilişki olduğunu ileri sürmüştür. Freud melankolinin sadece depresyon durumundan öte, daha karmaşık bir tablo olduğunu nörolojik yaklaşımdan ruhbilimsel yaklaşıma geçişle birlikte fark etmiştir. Freud Yas ve Melankoli adlı eserinde melankolide nesne seçiminin ne kadar narsisistik bir zemine sahip olduğunu, yas durumunda ise daha nevrotik bir zeminin bulunduğunu ve libidinal yatırımların yas ve melankolide ne kadar farklı olduğunu ortaya koymuştur.
Freud'a göre, yasta ve melankolide bir kayıptan söz edilmektedir. Sevilen birinin kaybı, bir idealin ya da bir nesnenin kaybından bahsedilebilir. Ancak yastan farklı olarak melankolide bu kayıp duygusunun yol açmış olduğu kendini önemsemede yaşanan bir bozukluk bulunmaktadır. Melankolinin en özgün yanı Freud'un bu tespitidir. Melankolinin göstermiş olduğu belirtileri “derin bir şekilde acı veren bir hüzün, dış dünyaya olan ilginin azalması ve kopması, sevme yeteneğinin kaybı, kendini suçlama ve sanrısal bir cezalandırılma beklentisiyle sonuçlanması” olarak tarif etmiştir. Freud'un ortaya koymuş olduğu mekanizma aslına bakılırsa melankoliğin kendisiyle ilgili aşağılama ve değersizleştirmenin tamamen nesneye yönelik olduğunu ortaya koymuştur.
Abraham'a baktığımızda (1911), üzüntü ve depresyon arasında psikodinamik açıdan bir farklılık olduğunu ileri sürmüştür. Abraham depresyonu sevgi nesnesinin kaybından oluşan düşmanca duyguları ve saldırgan dürtüleri kişinin kendine yöneltmesinden kaynaklı olduğunu ifade etmiştir.
Abraham melankolinin oluşmasında beş etkeni şu şekilde sıralamıştır: Oral erotizme karşı aşırı yapısal yatkın olma, psikoseksüel gelişim döneminde oral dönemde saplantılı olma, çocukluk döneminde sevgiyle ilgili tekrarlayıcı düş kırıklıkları, ödipal arzuların çözümlenmesinden önce ilk büyük gelişimsel düş kırıklığının olması ve kişinin sonraki yaşamında da birincil düş kırıklığının tekrarlanması. Abraham'a göre güçlü üstbenliği nedeniyle saldırgan duygularını dışa vuramayan birey bu duyguları kendine yöneltir. Yani burada dürtüler; benlik, üstbenlik ve alt benlik olarak bilinen üç sistem arasında bir çatışma bulunmaktadır. Bu durumda benlik saygısı azalır ve kişi kendini suçlamaya başlar.
Freud klasik psikanalizin en önemli temsilcisi olup görüşleri temelde Abraham'ın görüşleri ile aynıdır. Bununla birlikte Freud psikoseksüel gelişim döneminde özellikle de oral evreye ilişkin çözümlenmemiş çatışmaların olduğunu ve oidipus karmaşası çözümlenmesi öncesinde yaşanılan narsisistik yaralanmaların manik-depresif psikozu meydana getirdiğini ileri sürmüştür.
Freud'a göre melankoli sevilen birinin sevgi ve haz objesi olarak yitiminden dolayı yaşanmaktadır. Kişi kaybedilen sevgi nesnesine karşı kızgınlık duyar, ancak bu kızgınlığı kişi sevgi nesnesine değil, kendi benliğine yöneltir. Bu depresif geri itim kızgınlık duygusuyla birlikte büyüyen suçluluk duygusuyla artmaktadır.
Analitik psikolojinin kurucusu olan Carl Jung, diğer psikanalistlerin de gördüğü gibi depresyonu libidonun bloke edilmesi şeklinde görmektedir. Libido bloke olduğu zaman bunun sonucunda kişide enerji ve eğlence kaybı olur. Ancak Jung bu görüşe yeni bir boyut daha kazandırır: Jung'a göre, kişinin geçmişteki olaylara bakış açıları tekrar bilinç yüzüne çıktığından dolayı depresyon kişinin geçmişini tekrar tekrar yaşamasını kolaylaştırır.
Horney'e göre, reddedici anne-baba tutumu depresyona neden olur. Bu tutumla büyüyen çocuk yalnızlık ve güvensizlik duygusuyla yetişir. Çocuğun sevilmeye ve temas iletisine ihtiyacı vardır ama çocuk reddeilmekten ve eleştirilmekten korkar, böylece depresyon olur.
Melanie Klein sadece sevgi kaybı korkusu ile belirli olmadığını, nefret edilen nesneye karşı duyulan arzu ile de ilgili suçluluk duygusu ve bununla birlikte depresif pozisyon diye adlandırdığı bir ambivalans dönemi ile karşılaşmaktayız. Klein, bu durum çözülmediği taktirde sonradan oluşacak depresyona yatkınlaştırdığını belirtmiştir. Daha sonrada Klein yazılarında, başlangıçta, benliğe iyi nesne yerleştirmedeki yetersizlikten kaynaklı depresifin acı çekişinin ve bu nedenle yoğun kötülük hissinin kendiliğinin bir parçası olduğunu belirtmektedir. Klein, gelişim süreci içerisinde çocuğun depresif pozisyon denen bir ambivalans dönemi olduğunu ve depresyonun bu dönemle ilişkili olduğunu söylemiştir. Klein'e göre çocuk ikinci ve altıncı ayında kötü ve iyi nesne imgelerini tek nesne halinde bütünleştirdiği zaman, anneye yönelik yıkıcı düşlemlerinin onu yok etmiş olabileceğinden rahatsız olur. Klein, anneye yönelik ortaya çıkan bu kaygıyı, depresif anksiyete olarak adlandırmıştır ve bu durumu depresif pozisyonun izlediğini ileri sürmüştür. Bu dönemde çocuk sevgi nesnesini hem çok sevip kaybetmekten korkar, hem de nefret edip, bu nedenle de suçluluk duyar. Çocuğun bu dönemindeki temel yaşantı, başkalarından zarar görme korkusunun tersine, başkalarına zarar vermedir. Bu nedenle çocuğun temel duygulanımsal yaşantısında suçluluk duygusu oluşmaktadır. Klein depresif kişilerin çocuklukta iyi içsel nesneler oluşturamayıp, bu depresif dönemi aşamadıklarını kabul etmiştir. Klein'e göre depresif hastalar, kendi hırsları ve yıkıcılıkları nedeniyle sevdikleri içsel objelerini mahvetmekte bunun sonucu olarak da nefret ettikleri kötü içsel objeler tarafından da suçlanmaktadırlar.
Klein inkar, yüceltme, tümsuçluluk, hor görme gibi manik savunmalar kaybedilen sevgi nesneleri için çekilen hasret nedeniyle üretildiğini ileri sürmüştür. Bu savunmalar, kaybedilen sevgi nesnelerini kurtarmak, kötü içsel nesnelerden kurtulmak ya da sevilen nesnelere karşı aşırı bağlılığı inkar etmek amacıyla kullanabilirler. Diğerlerine karşı duydukları öfke ve yıkıcı duyguları inkar ederler, yaşadıkları duruma uymayan bir öfori hali, diğerlerini yüceleştirme ya da tam tersi diğerlerini küçümseyen hor gören bir tutum sergilerler. Manik savunmaların bir amacı da ana-babaya karşı zafer kazandığını ispatlamak ve ana-baba ve çocuk ilişkisini tersine çevirmektir. Bu zaferi istemek ise depresyona ve suçluluk duygusuna neden olur. Klein bir başarıdan sonra gelen depresyondan da bu mekanizmanın sorumlu olabileceğini ileri sürmüştür. Bu durumda anksiyetenin ve depresyonun yerine, manide görülen inkar hali gözlenir. Bir tür ideal durumun kaybı, bazı hastalar için başarıdır. Bu kaybın neden olduğu acı, depresyonla sonlanabilir.
Bibring, 1953 yılında depresyon teorisini geliştirmiştir ve teorisinde id yerine ego üzerinde durmuştur. Depresyon acıya karşı bir tepki olup, gerçek ya da hayali bir çaresizliktir (Kalafat, 1996: 8). Bibring(1953)'e göre her bireyin gerçekleştirmek istediği ve gerçekleştirmeye çalıştığı beklentileri vardır. Depresyon da bu beklentilerin oluşmaması ve sekteye uğramasından ötürü kişinin kendini güçsüz ve çaresiz hissetmesi durumudur. Bibring bu beklentileri üç gruba ayırmıştır:
1) Sevilen, istenen ve değerli birey olmak; değersiz olmamak
2) Güvenli, üstün ve güçlü olmak; güvensiz ve güçsüz olmamak
3) Seven ve iyi olmak; yıkıcı ve saldırgan olmamak
Bu beklentiler kesintiye uğradığı taktirde kişinin benliği güçsüz kalır ve kendisine olan saygısı azalır. Kendini çaresiz hissetmeye başlar ve bunun sonucu olarak da kişide depresyon meydana gelir.
Fenichel (1968), depresyonun bir sevgi tutsağı olduğunu ileri sürmüştür ve depresyonu bu şekilde tanımlamıştır. Fenichel, depresif kişinin erken çocuklukta narsisistik bir yara aldığını, çocuklukta nesne kaybı yaşantısının kendine yöneltilen etkisi olduğunu öne sürmüştür.
Rado (1968), Freud ve Abraham'ın teorilerini geliştirmiştir. Rado, depresyonun bir sevgi çağrısı olduğunu düşünmüştür. Depresif kişi kendine güveni yoktur ve sürekli beğenilme ihtiyacı içerisindedir. Sevgi nesnesinin kaybedilmesi durumunda depresyonda olan kişinin tepkisi isyan dolu kızgınlıktır. Depresif kişi bu nesnenin kaybından dolayı kendisini suçlar fakat bunun ardından da egosunda, kaybedilen nesnenin kötü yönlerini bulmaya ve suçlamaya başlar.
Edith Jacobson, Freud'un formülasyonunu yeniden düzenleyip, melankolik hastaların, içe aldıkları o nesnelerin bütün özelliklerini almamalarına rağmen, sevgi nesnelerini kaybetmiş ve değersizlermiş gibi davrandıklarını ileri sürmüştür. Bunun sonucu olarak benlik kendini kötü nesne olarak görür ve sonuç olarak, kötü iç nesne veya kaybedilen dış sevgi nesnesi sadistik süperego'ya dönüştürülür. Daha sonra ego; güçlü ve acımasız annesinin eziyet ettiği, güçsüz, çaresiz bir çocuk gibi süperegoya yenik düşer.
Edith Jacobson, olağan gelişim gösteren tüm bebeklerin, ebeveynin sınırsız sevgisine ulaşamayacaklarını fark etmeleriyle hayal kırıklığı yaşarlar ve bununla birlikte bir gerçeklik duygusu elde ettiklerini belirtmiştir. Birey bebeklikte aşırı sevgi yoksunluğu çektiyse bebekteki yoğun öfke ve bununla birlikte yoğun suçluluk duygusu katı bir vicdan gelişimine neden olmaktadır. Bununla birlikte tatminkar sevgiye ulaşmayı imkansızlaştırmaktadır. Gelişim sürecinde oluşan bu narsisistik yaralanma depresiflerin, yoğun ve kalıcı bir şekilde kendilerinin hiç sevilmediklerini hissetmelerine neden olmaktadır. Jacobson depresiflerin temel probleminin benlik değerinin kaybı olduğunu öne sürmüştür.
Kohut'un kendilik psikolojisine göre kendilik, ciddi anlamda hasar aldığı zaman veya yaralandığı zaman yoğunlaşarak güçleneceğini ve çocuk depresyondan kurtulmak için zaten varolmayan kendilik objelerinden önce yoğun deneyimlerinin olduğu oral, anal ve fallik duyumlara yöneleceğini ileri sürmüştür.